Bu Batıni zihniyet bu şekilde meleklerin varlığını inkar edip onları haşa peygamberlerin zihnindeki hayaller olarak adlandırdığı, cennet ve cehennem nimetlerinin dünyadaki nimet ve azapları olarak adlandırdığı gibi, aslında bir bakıma insanı da inkar eder, insanı yeme içme ve cinsellikten başka bir şey bilmeyen hayvani içgüdülerden ibaret bir varlık olarak görür, onun manevi zihinsel yapısını karakterini inkar eder, insanın her tür fiilini yeme içme ve cinsellik arzusunun değişik bir biçimi olarak görür. Bu fiillerden başka hiçbir fiile değer vermez. İslam da dahil tüm dinlerin, insanların ve toplumların dünyevi şehevi arzularına ulaşabilme doğrultusunda uydurdukları insan yapımı şeyler olduğunu –haşa- söylerler. Allah’ın iman ile şerefli kıldığını diğer varlıklardan üstün kıldığını bildirdiği insanı haşa bir tür maymun/primat olarak görür. Bunda bir gram abartma yoktur. Modern Sosyoloji, Psikoloji, Psikiyatri, Tıp, Biyoloji bu zihniyettedir (kafirlerin şehvetlerinin arzusundan başka bir şeyi düşünmeyen halleriyle hayvanlara benzedikleri bir bakıma doğrudur, gerçekten onların amellerinin dünya şehvetlerinden başka bir amacı yoktur, bundan başka bir şeye değer vermezler. Ama Tevhid üzere Allah’a kulluğu yegane hayat amacı edinmiş Müslüman böyle değildir, Müslüman da birtakım şehvetlerin arzuladığı şeylere dünya ve ahirette ulaşmayı istese de onun asıl arzuladığı, değer verdiği asıl amacı tevhid üzere Allah’a kulluk ederek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Çünkü Allah’ın mutlak mükemmelliği ve her şeyden Yüce olması gereği O’na nisbetle hiçbir şeyin bir önemi değeri kalmaz, o yüzden Allah’a kulluk amelinin yanında başka hiçbir amelin en ufak tercihe şayan bir ağırlığı yoktur. Bu asıl amaç gerçekleşmedikten sonra hiçbir şehvet ve lezzete ulaşma amelinin hiçbir değeri olmayacağını, bütün bunların ancak tüm ayrıntılarıyla ebedi hayatın asıl, tek amacı olan Allah’a tevhid üzere kulluk görevinin yerine getirilmesinin bir parçası olması ile, bu asıl görevin kendisi ile yerine getirildiği kulluk fiillerinden bir fiil olması ile bir değeri olabileceğini bilir (Allah’a tevhid üzere kulluk görevi asla bitmez, cennette de cennetteki yapılacak nimetlerden yararlanma, Allah’ı görme gibi amellerle devam eder, tüm bu fiiler de birer Allah’a kulluk fiilidir). Bununla birlikte kafir de olsa bir insanda hiçbir hayvanda bulunmayan akli, ruhi, manevi birtakım kabiliyetler, duygular düşünceler olduğu, insanın bir hayvan olmadığı ortadadır). İşte bu zihniyet Peygamberleri ve diğer Müslümanları ve kafirleri yani tüm insanları haşa hayvan mertebesinde saydığı gibi, hayvanın yapı hareket ve karakterini , canlılığını da hayvanın bedenindeki cansız hormonların, moleküllerin vs. hareketlerine indirgeyerek inkar eder. Bunları da kainattaki atomların atom altı parçacıkların hareketine indirger. Bu zihniyet işte böyle varlıklar arasındaki farklılıkları görmezden gelerek her şeyi birbiriyle eşit görmek ister. Bunlara göre Müslüman kafir tüm insanlar aynıdır, tüm insanlar da hayvan bitki hormon molekül hepsi ile aynıdır kainattaki her şey ruhsuz şuursuz cansız moleküllerin, atom ve atomaltı parçacıkların vs. hareketlerinden ibarettir, kainattaki tüm olayları madde/materyal adını verdikleri bu cansız varlıkların hareketlerinden, birbiriyle etkileşiminden ibaret görürler. İşte bu zihniyet gaybi varlıkların bilinen varlıklarla olan farklarını inkar edip bu varlıkları bilindik birtakım varlıklar olarak anlama cihetine gittiği gibi, aynı usulle böyle göz önündeki insan hayvan cansız hormon ve moleküller vs. varlıklar arasındaki tüm apaçık farklılıkları ve üstünlükleri de inkar etmektedir. Kadınla erkek arasındaki farkı, amir ile memur arasındaki farkı, alim ile cahil arasındaki farkı vs. hayattaki tüm farkları inkar edip her şeyi birbiriyle eşitlemeye çalışan cinnet halindeki bir zihniyettir bu. İşte din düşmanı, Tevhid düşmanı inatçılık; insanın temyiz kabiliyetini (yani farklı şeylerin aralarındaki farklılığı görerek bunları birbirinden ayırt etme kabiliyetini) bu şekilde kökünden iptal etmektedir. Allah’ın kulları üzerindeki mutlak kemal üstünlüğünü inkar ederek Allah ile kulu bile haşa eşit gören bu eşitlikçi anlayışın, tüm farkların en büyüğü olan Allah ile kul arasındaki farkı görmezlikten geldikten sonra bu farkın altındaki diğer apaçık farkları da görmezden gelip yok saymasında şaşılacak bir şey yoktur, bu eşitlikçi zihniyet onun tevhid inkarcısı anlayışının uzantısıdır. Kendisi hakkında haber verilen gaybi varlıkların farklılıklarını görmezden gelerek bunları bilindik varlıklarla eşitleyip bunlarla tamamen aynı sayma zihniyetine dayanan bu çarpıklığı ibn teymiyye rahimehullah şu açıklamalarıyla iptal etmektedir:
Gayb ve şehâdet bilgileri arasındaki ilişki:
“Bu konunun açıklığa kavuşması için tamamlayıcı bir bilgi olarak şu hususa da dikkat etmek gerekir: Hakkında bilgi sahibi olmadığımız gaybı, ancak şahit bulunduğumuz şeyi bilmekle bilebiliriz. Zahir, ya da bâtın duyularımızla birtakım şeyler biliriz ve bu bilgi muayyen ve hâs bir bilgidir. Ayrıca aklımıza dayanarak gaybla ilgili bir değerlendirme yaptığımızda, hareket noktamız, gördüklerimizdir. Böylece zihnimizde genel ve külli önermeler kalır. Bize şahit olmadığımız bir şeyin vasfı konusunda bir şey söylendiğinde, ancak şahit olduğumuz şeyler hakkındaki bilgimizden hareketle o söyleneni anlarız. Açlık, susuzluk, tokluk, sevgi, nefret, lezzet, elem, rıza, kızgınlık gibi duyguları bizzat yaşayarak müşahede etmemiş olsaydık, bunlar bize anlatıldığında, hakikatlerini tam olarak kavrayamazdık.
Aynı şekilde müşahedemizle hayat, kudret, ilim, konuşma gibi şeyleri bilmemiş olsaydık, bizden gaibte bulunan birinin bu tür vasıfları bize anlatıldığında, bu anlatılanı anlayamazdık. Aynı şekilde herhangi bir varlığı müşahede etmemiş olsaydık gaibte bulunanın varlığını anlayamazdık. O halde müşahede ettiğimizle, gaibte bulunan arasında ortak bir yön olmalıdır ve bu yön mütavati' lâfzın müsemmâsıdır. Bu muvafakat, ortaklık, benzerlik ve uyuşma sebebiyledir, ki gaib olanı böylece anlar ve kabul ederiz. Aklın çalışma özelliği budur.
Böyle bir şey olmasaydı, duyularımızla algıladığımız şeylerden başkasını bilmez, genel kavramlara varamaz ve zahir, ya da bâtın duyularımızdan gaibte olan şeyleri anlayamazdık. Bu sebeble bir şeyi, ya da benzerini duyularıyla algılayamayan, onun hakikatini bilemez.
Ayrıca Yüce Allah, âhiret yurdunda bize vadettiği nimet ve azabı; orada neyin yenilip içileceğini, nikâh, zifaf gibi şeyleri haber vermiştir. Dünyada benzerleri konusunda bir bilgimiz olmasaydı, bize vadettiğini anlayamazdık. Bununla birlikte o hakikatlerin, dünyadakinin aynısı olmadığını da biliyoruz. Hatta İbn Abbas: «Cennetteki şeylerin dünyada sadece isimleri vardır» demiştir. Kavillerden birine göre; "(Cennetteki bu rızık), onlara o (dedikleri)ne benzer verilmiştir» (Bakara 25) âyetinin tefsiri budur.”
(ALLAH NEREDEDİR?, İbn Teymiyye Rahimehullah, syf. 255-256, İbn Teymiyye Külliyatı 5. Cilt, Tevhid Yay. 1989)
İşte gerek bu batınilerle gerek kelamcılarla olan Selefin mücadelesi genelde hep bu mesele etrafında cereyan etmektedir. Şeyhin de yukarıda anlattığı gibi biz külli kavramların manalarını bu kavramın müşahede ettiğimiz örnekleri üzerinden ancak bilebilsek de, bu külli kavramların kullanılmasının amaçlarından biri de müşahede edilen şeylerin dışındaki gaybi hususlara da işaret edebilmeyi, bu gaybi hususlar hakkında haber verebilmeyi ve haber alabilmeyi, gaybi olanı anlayabilmeyi mümkün kılmasıdır. Dünyada bize belli bir zaman diliminde gayb olan birtakım varlıklar olsun ahirette karşılaşılacak olan gaybi varlıklar olsun tüm gaybi hususlar için bu geçerlidir. Batıl ehli ise, hem bilindik birtakım şeylere delalet eden, hem de görülüp şahit olunmamış, gaybi birtakım varlıklara delalet eden külli kavramların manalarını daima müşahede ettikleriyle sınırlı tutmaya kalkar. Mesela bu yüzden Allah’ın el sıfatını inkar eder, el deyince illa ki bu güne kadar müşahede olunmuş ellerden biri olması gerektiğini düşünür. Külli bir kavram olan el sıfatının manasını, müşahede etmiş oldukları mahluklara has ellere indirgeyerek anlar. Batıniler ise aynı anlayışı, aynı usulü Allah’ın varlığına Rububiyyet sıfatlarına uygulayarak Allah var dersek, kudret ilim sahibi dersek mahlukata benzetmiş oluruz diyerek dinin aslının gereği olan Allah’ın varlığını, kudret ilim gibi Rububiyyet sıfatlarını inkar ederler. Aynı usulü zaruratı diniyye kapsamındaki cennet cehennemin vs.varlığına uygulayarak burada bahsedilen nimet ve azap kavramlarını dünyadaki müşahede edilmiş birtakım nimet ve sıkıntı örneklerine indirgeyerek cennet cehennemle kastın dünyadaki nimetler ve sıkıntılar olduğunu söylerler, meleklerin haşa peygamberin hayali olduğunu, cinlerin birtakım insan kabileleri olduğunu vs. söyleyerek bu gaybi varlıkları inkar ederler. Gayb hakkında verilen haberi birtakım müşahede edilen şeylere indirgeyerek bunların aynısı saymak, bu haber verilen gaybi hususa iman etmemek demektir. Gaybe iman etmedikten sonra ise iman diye bir şey kalmaz zaten, bu zihniyet ise bu inkarcı usulünden dolayı sadece gaybi hakikatleri müşahede edilenlerle aynı sayarak bunları inkar etmekle kalmıyor, müşahede edilen diğer bazı hakikatleri bile bunları da başka şeylerle aynı sayarak inkar ediyor (gözlerinin önünde cereyan eden peygamberlerin mucizelerinin aciz bırakıcılığı ortadayken hakka karşı inatçılık yaparak bunları haşa büyü, göz aldatmacası, birtakım hileli düzenler saymaları gibi, insana verilen üstünlüğü görmezden gelerek onu bir tür hayvan, bir tür maymun/primat saymaları gibi). Sonuç olarak şu ortaya çıkmaktadır ki bu insanların dünyasında gayb diye bir kavram yoktur, akıllılık diyerek ortaya koydukları usul, hayatın en temel gerçeklerinden biri olan, kul olmamızın gereği olan gayb mefhumunu inkar etmek anlamına gelen saçmalığın dibindeki bir anlayıştır.
İşte bu zihniyet tüm sebep-sonuç olaylarının ancak Allah’ın dilemesiyle gerçekleşebildiği , bütün gaybları ilmiyle kuşatacak olanın yalnız Allah olduğu hakikatlerinin cahili olmalarına dayanan bir cehaletle, kendisi açısından bilindik olan varlıklarla sebeplerle açıklayamadığı, gerçekleştiremediği gaybi varlık ve olayları inkar etmektedir. Onların bu iddialarına karşı yapılan yukarıdaki reddiyeye ek olarak bu iddialarının kendi açılarından da imkansızlığı tutarsızlığı ortadadır, her mefhumu başka daha temel mefhumlarla açıklama işini sonsuza kadar uzatamayacaklarına göre, daha temel başka bilindik hususlara indirgemeden birtakım şeyleri kabul etmeye mecbur kalacaklardır. O halde bu şeyleri bu şekilde daha önceden bilinen birtakım sebeplere indirgeyerek açıklayan bir açıklama yapmadan öylece kabul etmeleri kendi anlayışlarıyla çelişmektedir. Onlar ise bu mefhumları öylece kabul etmektedirler, mesela yerçekimi kanunu denilen dünyanın üzerindeki varlıkları çekmesi olayını gözleriyle görüp kabul ederler, halbuki bu yerçekimi olayının da altında daha temel ne sebepler vardır, ancak Allah bilir. Ama bu kimseler hiç diğer meselelere yaptıkları gibi bu yerçekimi olayını daha başka bilindik temel hususlar üzerinden açıklama ihtiyacı hissetmezler. Elektriğin varlığını, elektromanyetik alanın varlığını, elektronun varlığını, enerjinin varlığını vs. da aynı şekilde hiç böyle daha temel hususlarla açıklama ihtiyacı hissetmeden direkt kabul ederler. Dinlerin varlığını haber verdiği, gözleriyle göremedikleri ruhu ise inkar ederler. Ama bilim adamlarının varlığını haber verdiği enerjiyi ise kabul ederler, elektrik enerjisi ısı enerjisi ışık enerjisi hareket enerjisi gibi tüm bu değişik hallerde bulunabilen bu enerji denilen şeyin ne olduğunu gözleriyle görmedikleri halde. Enerjinin varlık ve olaylar üzerindeki etkilerinin görülmesi üzerinden, gözleriyle görmedikleri bu enerjinin varlığını savunurlar, uzaydaki galaksi kümelerini bir arada tuttuğu düşüncesiyle, gözle görünmediğini ve dünyadaki maddelerden çok daha ağır olduğunu söyledikleri karanlık madde dedikleri bir şeyin uzayda var olduğunu savunurlar (halbuki Allahu Teala bu varlık ve olaylara enerji, karanlık madde adını verdikleri bu gibi harici sebepler olmaksızın da bu hareketleri halleri vermeye Kaadirdir ), ancak Allah’ın varlığını haber verdiği Ruhun varlıklar ve olaylar üzerindeki etkileri açıkça görülmesine, Ruh kişiden çıktığında bu etkiler kaybolmasına rağmen kendi usullerine aykırı olarak bu etkileri Ruhun varlığına bir delil olarak görmezler. Melekleri inkar eden kafirler de bunların peygamberlerin dışındaki şuurlu varlıklar değil, bunların peygamberlerin zihnindeki hayallerden ibaret olduğunu haşa söylerler. Peygamberlerin mucizelerine hiçbir alakası olmadığı halde illüzyon ve büyü, göz aldatmacası –haşa- iftirasını atarlar, bu yönde sözde açıklamalar yapmaya girişirler. Peygamberlerin haber verdiği gözle görünmeyen ruh ve melek hususunda, gösterdikleri mucizeler hususunda böyle yaparken varlığını peygamberlerin değil de bilim adamlarının haber verdiği, gözle görünmeyen bu elektromanyetik dalganın, elektronun, enerjinin vs. varlığını hiç sorgulamazlar. Rasulullah sallAllahu aleyhi vesellemin emrettiği şeyleri haşa sorgulamaya açarken, doktorun yazdığı ilacın gerçekten faydalı mı yoksa zararlı mı olduğunu hiç sorgulamazlar, zındık bir doktorun, 1900lerin bilim ve teknolojiyi din edinmiş, heryere betondan anıt bina dikmeyi sözde marifet sanan beton beyinli Fransız devrimcisi zihniyetinde takılıp kalmış yobaz bir bilimadamının sözleriyle Rasulullah’ın sünnetini haşa yargılarlar. Çıkarları için hertürlü yalanı söyleyebilen, Hollywood denen şeytani yalan makinasının sahibi olan abd gibi deccalin öncüsü bir yalancı devletin iddiası olan abdnin aya gittiği iddiasını hiç sorgulamazlar (buna rağmen bunun üstüne bir de bu olayı sorgulayanlara sözde hurafeci, komplo teorisyeni derler) bu gerçekleştiği iddia edilen olayla ilgili şüpheli durumlar ortaya sürülmüşken bu durumları daha önceden bildikleri bilindik sebeplerle illa ki açıklamaya çalışmazlar, açıklayamadılar diye bu yüzden inkar etmeye çalışmazlar. Aya çıkılmıştır veya çıkılmamıştır mesele o değil, bu aya çıkma iddiasından en ufak bir şüphe duymamak onlara göre bilimselliğin akıllı olmanın olmazsa olmazıdır, aksi ihtimalleri inceleyen yobazdır onlara göre güya, problem buradadır. Allah’ın bir topluma kötü amellerinin karşılığı olarak bir ceza olarak depremi verdiği söylendiğinde şiddetle bunu inkar ederler, depremin haşa Allah’ın cezası olmadığını, bunun tabiat olayı olduğunu, fay kırılması neticesinde meydana geldiğini söylerler. Fay kırılmasının altındaki daha temel sebepleri ise hiç konuşma ihtiyacı hissetmezler. Tüm bu sebep-sonuç olaylarının kimin dilemesiyle olduğunun asıl mesele olduğunu, fay kırılmasının tüm bu ardışık sebep-sonuç halkalarından oluşan olaylar zincirinden, ağından sadece tek bir halka olduğunu hiç görmezler. İşte tüm bu örneklerden de görüldüğü gibi bu adamlar Rasulleri inkar edip bilim adamlarına ve doktorlara iman eden zındıklardır.
Son olarak şu hususun da vurgulanması gerekir ki; akla uygunluk diye bir ölçüt olamaz, akıldan akıla akılın verdiği hüküm değişebilmektedir. Nitekim bilindiği gibi aklı esas alan filozoflar, neredeyse her meselede ihtilaf etmişlerdir. Aklın yanılabildiği bilinmektedir. Kat’i akli hükümler/değerlendirmeler de akli bir hükümdür, kat’i sanılan ama öyle olmayan akli hükümler de akli bir hükümdür, aklın kat’i sandığı ama zan bile olamayacak, vehim ve kuruntudan ibaret olan sofistik akli hükümler de akli bir hükümdür. Görüldüğü gibi bir hükmün akli olması, o hükme bir takım akılların delalet ediyor olması o hükmü ispatlamada asla yeterli olamamaktadır. Akıl yanılabilmekte, hatta sofistleşip/safsatacılaşıp tamamen bozuk bir biçimde çalışabilmektedir.
Tüm burada verilen reddiyelerle şunlar ortaya konmuştur ki; Batıni tevil usulü hem tüm Kur’an ve Sünnetin en muhkem kat’i delaletleriyle delalet ettiği meseleleri inkar etmesi yönünden hem ümmetin üzerinde icma ettiği ve dinden zaruri bir mesele olarak herkesin bildiği meseleleri inkar etmesi yönünden batıl olduğu Şer’an sabittir. Bu tevil metodunun sadece vahyin haber verdiği manaları tesbit etmek açısından değil, hiçbir metnin, hiçbir kaynağın verdiği haberleri tayin etmek açısından kullanılamayacak bir metod olduğu aklen de açık bir biçimde ortadadır, çünkü haberi veren kaynağın tüm delaletlerini görmezden gelerek haberin konusunu kaynaktan haber almak yerine bu konuyu kaynağa zorla kendisi atayan bir metoddur, yani kaynağın verdiği haberleri araştırma değil kaynağı heva ve arzular doğrultusunda tahrif metodudur. Böyle bir metod sadece dini ilimler sahasında değil, hiçbir ilim dalı, bilim ve disiplin açısından asla kabul görmeyecek, hatta sözde-bilim olarak, safsatacılık, soytarılık olarak damgalanarak ciddiye bile alınmayacak bir metoddur. Yaptıkları bu işin böyle bir saçmalık, tahrif, böyle bir soytarılık olduğunu, az çok tarih vs. gibi diğer ilim dallarına ait kaynakları okumuş olan bu batıni soytarıların kendileri de gayet iyi bilmektedir. Bu metod ile sözde akla aykırı denilerek inkar edilen hususların da selim akla aykırı bir yönü olmadığını, bilakis bu inkarcı anlayışın “gayb olanı inkar etme” akılsızlığına, saçmalığına, tutarsızlığına dayanan bir akıl noksanlığının yansıması olarak bu temelsiz iddiaları dillendirdiği yukarıda anlatılmıştır. Son olarak da aklı nakle önceleme batılını savunan bu anlayışın bahsedip durduğu bu “meseleye aklın delalet etmesi” olayının, tek başına hiçbir anlamı ve değeri olmadığı, çünkü kat’i delaletten kat’i sanılan zanni hatta vehmi sofistik tüm delaletlerin neticede akli olduğu, aklın sağlam çalışabildiği gibi yer yer hatalı hatta tamamen bozuk bir biçimde de çalışabildiği anlatılarak ortaya konmuştur.
Allah bu adama hidayet etsin. Eğer etmeyecekse tüm bu iftiralarının karşılığı olarak herkese ibret olacak biçimde daha dünyada bu adama azab etmeye başlasın, amin.